OKUMA PARÇASI
Önsöz
Aralık 2015’te Walter Benjamin üzerine bir konferansa katılmak üzere Batı Şeria’nın Ramallah kentine gitmiştim.1 İşgal altındaki bu toprakların etrafı şimdilerde duvarla çevrili. Ulaşmak için bir kontrol noktasından geçmeniz gerekiyor. Ben ayrılırken Kalandia kontrol noktasını kullandım. Kapılardan geçerken dönüp arkama baktım: Az önce bulunduğum topraklar o çirkin, gri duvarın arkasında kalmıştı; birkaç çatı ve cami minaresi gördüm. Duvar hemen hemen üç metre uzunluğundaydı, tepesinde dikenli teller vardı. Ansızın duvarın üstünden bir kuş uçtu; İsrail dediğimiz yerden Filistin dediğimiz yere doğru. Bu kitap tamamlanalı üç yıl olmuştu. Sonuç paragrafını yazarken sınırları aşan, giriş kapılarını umursamayan bir hayvan imgesi henüz soyut haldeydi; aklımda belli bir hayvan “örneği” yoktu. Başka bir kapıdan geçen başka bir hayvan olabilirdi bu, ama tarihin ta kendisi tam da o sırada beni o noktaya getirdi ve bu gözüpek kuşu görmemi sağladı.
Hayvanların Tarihi başlığını Aristoteles’ten ödünç aldım. Mahsus yaptım bunu; bu iki sözcüğün bileşimine yeni bir anlam vermek, tarihsel hayvanlık diye anlaşılması gereken şeye hakkını teslim etmek istedim. Başlıca öncülüm, tarihsel olmayan bir tabiata emanet edilmeleri adet olmuşsa da hayvanların bir tarihi olduğudur. Hayvanların da kendi tarihsel maddiliği vardır, en azından bir emek gücü olarak. Ancak bana kalırsa bu tarihin mantığı hayvanların gitgide özgürleştiğinden, böylece en nihayetinde haklarının güvence altına alınacağından bahseden hümanist söylemin iyimserliğiyle uyum içinde değildir. Aksine, hayvan ataların azametinden ilham alan antik çağ totemciliğinden başlayarak bir dizi dışlama ve içerme sekansı üzerinden mezbahaları, evcil hayvan dükkânlarını ve küresel safarileri bir araya getiren günümüzün trajedi ve farsına uzanan süreçte hayvanların “kariyeri” kötüye gitmiştir. Tarihsel açıdan başarısız olmuşlardır.
Hayvanlara Niçin Bakarız? adlı harikulade denemesinde John Berger “hayvanların son iki yüzyılda yavaş yavaş ortadan kaybolduğunu” öne sürer (Berger 2009: 21). Berger’a göre hayvanların ortadan kayboluşu hayvanat bahçelerinin ortaya çıkışıyla eşzamanlı bir süreçtir: “Kamuya açık hayvanat bahçeleri, hayvanların gündelik hayattan kayboluşuna uzanan dönemin başlangıcında hayat bulmuştur” (30). Burada bahsedilen hangi dönemdir? Soyut bir kronolojiden bahsetmiyoruz; düpedüz kapitalist modernlik sözkonusudur: “Anısına hayvanat bahçeleri dikilen bu tarihi kaybın, kapitalizmin kültürü için artık geri dönüşü yoktur” (37). Hayvanlar gitgide, teker teker sahneyi terk edip insanlığı kendi temsilleriyle, evcil hayvanları ve oyuncaklarıyla baş başa bırakıyor. Akira Mizuta Lippit bu çarpıcı gözlemlere şu gerçeği ilave eder: Hayvanlar “asla büsbütün ortadan kaybolmamakta”, daha ziyade “daimi bir ortadan kaybolma hali içinde” varlık sürdürmektedir. Varoluşları hortlağımsı bir hale gelmekte, yahut “doğaüstü terimlerle söylersek, modernlikte dünyadan ayrılmayan hayvanlar yaşayan ölüler olarak görülmektedir” (Lippit 2000: 1). Gündelik hayattan kaybolan hayvanların hortlakları sanatta, kuramda ve görsel kültürde tezahür eder. Felsefede de aynı şekilde hayalet oldukları gibi, aynı zamanda kabul gören misafirlerdir: Kokularını takip etme arzusu duyan ilk kişi ben değilim. Burada felsefe tarihini hayvanların tarihi olarak okumayı öneriyorum. Bu denemenin, tabiri caizse genel hevesi bu.
Felsefe hayvan hakkında ne söyler? Bu konudaki yaygın tutumu alışıldık bir hiyerarşi kalıbına oturtmak mümkün gibidir. Hayvanların bitkilerden “daha iyi” olduğu, insanların hayvanlardan “daha iyi” olduğu, erkeklerin kadınlardan “daha iyi” olduğu, özgür yurttaşların kölelerden “daha iyi” olduğu fikri epey zaman önce Aristoteles’te karşımıza çıkmıştır. Aşağıda kalan taraf “kötü” olduğu için değil, üstün taraf neyin “iyi” olduğunu daha iyi bildiği için. Açıkça hayvanlıktan “taraf olup” bu hâlâ pek insanca dünyada hayvan türünün eşit temsil edilmesi amacıyla hayvan hakları ve hayvanların özgürleşmesi için savaş verenler dahi insanlığın insani olmayan doğaya tahakküm (şimdilerde yaygın biçimde eleştirilen bir tahakküm) uyguladığı fikrinden vazgeçememektedir; sanki insani olmayan doğanın bizden gelecek yardıma, saygıya, desteğe, tanınmaya sahiden ihtiyacı varmış gibi.
İnsanların umurunda olmak, hayvanların umurunda değildir aslında: Onları kurban ederiz, mezbahalara göndeririz, afiyetle yeriz, sömürürüz, eğitiriz, sanat süreçlerine dahil ederiz, onlara haklar ve belgeler veririz; oysa hayvanlar bunlara aldırış etmez. (Ev hayvanları ve evcilleştirilmiş diğer hayvanlar için bu geçerli olmayabilir; sağ kalmak için doğrudan insana bağımlı olmaları bu hayvanların, insanların dikkat çekme çabalarına sınırlı bir ilgi gösteriyormuş gibi yapmalarına yol açar.)
İnsanların hayvanlara yönelik ahlaki tavrını duygulanımsal köküne, her etik kaygının veya pragmatik tasanın altında yatan arzu düzeyine kadar götürmek işten bile değildir. Aynı hiyerarşiyi tersine çevirdiğimizde bu defa kıskançlık ve hasetle karşılaştığımızı söylemek haksızlık mı olur? Filozofların –belki en kibirli insanların– hayvanların etraflarındaki şeylerden haz alışını sahiden kıskandıkları olur; kaldı ki hayvanların bu haz deneyimini tam olarak yaşayamadığını, zira kendi keyiflerinin bütünüyle bilincinde olmadıklarını da düşünürler. Bataille’ın dediği gibi,
Görünenin aksine, hayvanların yanında insan haysiyetinden bahseden bir insan köpek gibi yalan söylediğinin farkında olmalıdır. Zira o aptalca pratik üstünlük hissi kanunsuz ve esastan özgür varlıkların (gerçek haydutların) yanında yerini gayet huzursuz bir hasede bırakır. (Bataille 1986: 22-23)